Ferhat Atalay

ANASAYFA

Ferhat Atalay Ferhat Atalay

ÖMRÜNE SIĞMAYAN ADAM

Ferhat ATALAY

Fotografçı

"Dünya üzerindeki tüm hayaller ve zırvalıkların bana faydası oldu aslında"
Ferhat Atalay

Ferhat Atalay

Ferhat Atalay Ferhat Atalay

Ferhat Atalay

O benim abim olur. Lise yıllarında fotoğrafa resim diyenlerle mücadele etmeme, hatta yıllıkta bile böyle anılmama sebep olan canım abim.

Ferhat merak ettiği konularda öğrenme isteği dizginlenemez bir çocuktu. Hatırlamadığım zamanlarda da öyleymiş. Hani hep ‘bu ne’ sorusunu soranlardan. Biraz daha büyüdüğünde ise parçalara ayırmaya başladı. Onlu yaşlarına varmadan önce oturduğumuz evin balkonundan anneme çaktırmadan sepetle ona indirmemi istediği pilli uçağı bir daha hiç göremedim mesela. Mekanik merakı, elektrik ve elektronikle birleşince “Bu nasıl çalışır” sorusuyla bakmayı sevdi. Annemin çektiği çocukluk fotoğraflarında makinenin kılıfı ile oynayan hali “Bir gün onu da sökebilirim” demiyordu belki ama, o günleri de gördük. En ufak vidasına kadar söktüğü Zenit’ in gövdesi ömrünü kül tablası olarak tamamladı ve işleyişi kavranmıştı.

Ortaokul yıllarında temel bilgisini aldığı fotoğrafla yoluna devam etmeyi seçti. Daha lise yıllarında bastırılamaz bir istekle yollara koyuldu ve bu kitapta da yer alan güneydoğu fotoğraflarını çekti. Sokak sokak dolaştığı İstanbul ona arkadaş oldu. Galatasaray’ da okuduğu yıllarda okulu kırdığımda onun yanına gitmeyi çok severdim. Karanlık odada biraz takıldıktan sonra İstiklal Caddesi’nde beraber vakit geçirmek benim için bu şehirden keyif almanın en güzel yoluydu. Üniversite yıllarımda ise basında foto muhabiri olarak çalışmaya başlamıştı bile.

Erken kalkan çok yol alırmış. Giderken çok şey yaşadığını düşünüyordu, birçoklarına göre yaşamıştı da. Fotoğraflarında hissettiğim duyarlı bakışı, derin sevgiyi unutmam imkansız. Atom boyutuna dek bakmayı seven Ferhat Atalay' ın kardeşi olmak görmenin hem bilimsel hem de sanatsal biçimleri olduğunu öğretti bana. Geçenlerde izlediğim bir belgeselden Avusturyalı bilim adamı Ludwig Baltzmann’ ın yaşamının son yıllarında duygu durumunda ani iniş çıkışlar olduğunu ve depresyonlarından birinde intihar ettiğini öğrendim. Yaşadığı günlerde atomun varlığını savunmak zorunda kalmıştı. Görüntülenemediği için inanmayacaklarını söyleyen çağdaşları vardı. Çok şükür ki bundan emin bir çağda yaşıyoruz ve Ferhat da yaşadı. Ama ne yazık ki dijital fotoğraf teknolojisini göremedi. Son makinesi Canon EOS1’di. Eminim sayısal fotoğrafçılığı da çok severdi.

Vefatının hemen ardından sevenleri onun için bir sergi düzenledi. O günlerde çok uzun sürecek bir yasın ilk yıllarında olduğum için pek kendimde değildim. Aynı ekip bunca yıl sonra yine ellerinden geleni yaptı ve bu kitapla bir hayal gerçekleşmiş oldu. Hiç bitmeyen sevgileri ve destekleri için teşekkür ederim. Yaşadıkları duygunun tarifinin zorluğunu bilerek, kitapta yazıları bulunmayan annem, babam ve yengemin de adına gönülden gelen bir duayla anıyorum onu.

"Sevgiyle kal abi” Bağların kopmadığını düşünen biri olarak bana tüm kattıkların için, sevmenin güzelliğini görmemi sağladığın için teşekkür ederim.

Fulya Atalay
27 Mayıs 2016
Cuma

Portfolio

Ferhat Atalay Ferhat Atalay

Portfolio

İLETİŞİM

Ferhat Atalay Ferhat Atalay

İLETİŞİM

fulatalay@gmail.com

Çağrı Kılıçcı

Ferhat Atalay Ferhat Atalay

Çağrı Kılıçcı

Vay Arkadaş…

Ferhat Atalayla 1992 yılında tanıştım, o sırada nokta dergisinde foto muhabiri olarak çalışıyordum. O da foto muhabiri olarak Noktaya geldiğinde hem iyi bir arkadaş, hem de birbirimizi gaza getiren (mesleki olarak) bir ortam oluştu. Değişik bir adamdı. Esprileri farklı tepkileri farklıydı. İnce bir zekası vardı. Ferhat her zaman farklı biriydi. Çok iyi bir fotoğrafçı, gerçekten güvenilir bir arkadaş ve daha da ötesi dosttu. Fotoğrafçılık dışında da bir sürü hobisi vardı. Ben hobi diyorum ama aslında hobilerinde de profesyoneldi. Bir dönem torna tezgahı almıştı. O zamanlar Canon T 90 makina kullanıyorduk, fotoğrafçı arkadaşlar hatırlar. T 90'nın dik deklanşörü yoktur. Ferhat bir gün dergiye geldiğinde T 90'nın artık dik deklanşörü vardı. Torna tezgahında tamamen kendi icadı ve el emeğiyle deklanşörü yapmıştı. Canon firması Ferhat’tan sonra kendisi de bu deklanşörü üretti.

Bir kaç anımı yazmak istiyorum Ferhat’la ilgili. Ben her zaman kullandığım makinalarıma çok takıntılı biriydim. O zamanlar Canon F-1 kameram vardı. Biri bakmak için eline alsa bile rahatsız olur, ayarlarını kontrol ederdim. Ferhat’ta bu takıntımı iyi bilirdi. Bir gün çay getirme sırası bendeydi, 10 dakika sonra çaylarla odaya geri döndüğümde Ferhat masanın basında oturuyor ve önünde benim F-1 en küçük vidalasına varana dek sökülmüş olarak duruyordu. Sinirden kudurmuş gibi oldum tabii. Bana 10 dakika ver dediğini hatırlıyorum. Odadan çıktım ve sakinleşmek için dışarda sanırım 15 dakika vakit geçirdim. Odaya geri geldiğimde makina toplanmış ve temizlenmişti. Bugün bile bana mısın diyen yılların makina tamircileri bu kadar kısa sürede bu işlemi yapamazlar. Dediğim gibi, son derece yaratıcı ve eğlenceli biriydi. 

Bir defasında da 1 Mayıs gösterilerini çekmek üzere Taksim meydanına geldim. Diğer foto muhabirleri Ferhat’ın başında onun makinesine bakıp gülüyorlardı. Makinaya baktığımda onu darbelere karşı korumak için köpükten (strafor) bir koruma yaptığını gördüm ve mükemmele yakın bir kaplamaydı. Ne kadar işe yaradığını göstermek için makinayı yere attı. Tabii ki makinesine hiçbir şey olmadı.

Sadece fotoğrafçılığı ve yaratıcılığından bahsettim. Ferhat büyük yürekli bir adamdı. Her zaman biraz farklıydı ve bu da çok keyifliydi arkadaşları için. Her konuda yardımcıydı arkadaşlarına. İlk arabamı alacaktım ve heyecanlıydım. Çok küçük bir arabaydı. Galeriden seçmemiz gerekiyordu çünkü toplu olarak yurt dışından gelmişti. Ferhat’la birlikte gittik galeriye. Üşenmeden tek tek en az yirmi arabaya girdi ve kontrol etti. En sonunda beğendi bir tanesini ve çeşitli yerlerine ufak tefek işaretler koydu ki ertesi gün parayla birlikte gittiğimizde gerçekten seçtiğimiz arabanın o olduğunu anlayabilelim. Acemi şofördüm ve dergiye arabayla gitmek istiyordum. Bıkmadan üşenmeden her gün arabayla benle geldi dergiye. Hocalık yaptı bana.

İnsanların arkasından değil yüzüne konuşurdu. İyi bir fotoğrafçı, iyi bir dost, iyi bir yoldaş kaybettik. Çok kızdık çok saydırdık arkasından. Ben Ferhat’la tanıştığım için kendimi şanslı sayıyorum ve hala çok özlüyorum hergeleyi. Şu anda her neredeyse umarım mutlu ve huzurludur.

Çağrı Kılıçcı

FİGEN SOYDEMİR

Ferhat Atalay Ferhat Atalay

FİGEN SOYDEMİR

Bu kitaptaki fotograflar size Ferhat hakkında epey birşey söyleyecektir elbet. Hayata bakışına dair, fotograf sanatına ve tekniğine dair. Burda Ferhat’ı tanıyan diğer arkadaşların yazdıklarından da belki birşeyler çıkaracaksınız. Fotograflarının dışında yaptığı icatlar, evdeki torna tezgahı, inanılmaz teknik bilgi, beceri ve ilgisi, kinder çikolata oyuncak tutkusu, müzik arşivi, seyahatleri, hizlı araba kullanma tutkusu, el becerileri, sınır tanımayan yaratıclığı vs tüm bunlar size Ferhat’ın hayata nasıl sımsıkı tutunmuş bir insan olduğuna dair ipuçları verecektir sanırım.

Onu tanıma fırsatına sahip şanslı fanilerden biri olarak, benim onla paylaştıklarım belki biraz daha kişisel, daha duygusal.. Filmlerin sonunda nasıl “The End” yazar da, “The Beginning” yazmaz ya, işte öyle birdenbire başlayıveren. Jean-Pierre Jeunet filmleri gibi, öylesine renkli, öylesine yaratıcı ve sürprizlerle dolu. Hani derler ya, bir film seyredersiniz, hayatınız değişir. Mutluluğunu, sevgisini, heyecanını size bulaştırıverir. Sinematografisini, hikayesini, kurgusunu, müziğini çok seversiniz de sonu hiç beklemediğiniz şekilde bitiverir. Kalıverirsiniz öylece, anlam veremezsiniz bir türlü. Ama, ama, ama diyip durursunuz,“The End” yazarken karşınızda aniden.

Hayatta olmanın herkese göre anlamı farkli olabilir. Kendine ait hikayeyi hem yazıp, yaşayıp hem de o hikayenin neyin parçası olduğunu görmek imkansiz belki de. Ama sonucta hayattaki en büyük sorumluluğumuz sevebilmekse eğer, bunu becerebilmek ve bunu öğrenmek için bir yaşamı tüketmekse, ve yaşamımız, yaşamı sevebilmeyi öğrenmek için geçirdiğimiz bir süreçse eğer, Ferhat bu konuda da çoğumuzdan daha ilerdeydi sanırım.

İşte belki de en çok bu yüzden, Ferhat’ı tanımak bana çok ama çok şey kattı. Hani evde birlikte yaptiğimiz sekizbin parçalık yapboz gibi, Ferhat tanıdığı herkese kendi parçalarından bırakıp gitti. Bu kitap bu insanlardan bazılarının bu parcaları birleitirme çabası belki de. Ama, bir yandan da bizlerden alıp götürdüğü parcaları tekrar bize hatırlatıyor. Ama benim için bu hüzünlü bir hatırlatma değil, belki bizleri bırakıp gideli on beş sene olduğundan. Ya da aslında yaşanan dopdolu koskoca mutlu anılar hafızamda hep öne geçtiğinden.

Bir kalbe giriyoruz ama aynı yoldan çıkamıyoruz. O yolda kaybettiklerimiz oluyor, kazandıklarımız da. Kimbilir, yolun sonunun “Aslan arkadaşım” a çıkması en büyük kazanç belki de. İyi ki vardın, iyi ki tanıdım seni, aslan arkadaşım!

Figen Soydemir

HAKAN GÜLDAĞ

Ferhat Atalay Ferhat Atalay

HAKAN GÜLDAĞ

Ferhat’ı düşününce...
Çok şey hatırlıyorum...
Arkadaşlığı, dostluğu...
Dürüstlüğü...
Haksızlıklara dayanamayışı...
Bastırdığını hissettiğim sabırsızlığı...
Cesareti...
Bob Marley sevgisi...
“Yokluğunuzu hissetmeyeni, varlığınızla rahatsız etmeyin...”

+++

Elbette fotoğrafçılığı...
Hızlı araba kullanması...
Teknoloji merakı...
Maketçilikteki ustalığı...
Kadıköy’deki evinde ‘yapmak’ fiili yetersiz olur, ‘inşa etmeye’ başladığı yarım kalan maket vincini unutamam...
O kadar ince işle nasıl uğraşmıştı, nasıl zaman bulmuştu?

+++

Ama ne zaman Ferhat aklıma gelse...
Hüzün dolu bir soruyu içimden söküp atamıyorum...
Neden o yolu seçti?
Neden aramızdan ayrılmayı istedi?
‘Normal’ çalışmaktan nedense vazgeçmiş salgı bezlerinin bir sonucu...
Psikofizyolojik bir oyun muydu basitçe...
Yoksa daha derinlerde bir şeyler mi vardı?

+++

Neden, bilmiyorum...
Bazı imgeler bana Ferhat’ı hatırlatıyor...
Rodin’in düşünen adamı mesela...
Ziyaretine gittiğimde Erenköy’deki hastanenin bahçesinde de mi vardı, yoksa başka bir yerde gördüm de zihnimde çağrışım mı yapıyor bilmiyorum...
Ama nerede rastlasam, bir kitapta, bir fotoğrafta ya da bir kopyasını görsem bir yerlerde...
Rodin’in o heykeli...
Hani, yumruğunun üzerinde çenesini koyarak, bir başına derin derin düşünen...
Mutlaka Ferhat gelir aklıma...

+++

Bir iş seyahati için geçenlerde New York’taydım...
Biraz vakit kalınca uçağa, soluğu Strand’ta aldım...
Eski ve yeni pek çok ama pek çok kitabı bir arada bulabileceğiniz yeryüzündeki nadir mekanlardan biri...
Paul Gauguin ile ilgili bir kitap buldum rafta...
Sayfalarını çevirirken, Ferhat aklıma geldi...
Neden, nasıl bilmiyorum...
Gauguin’in de bir vakit aynı yolu seçmesi...
Yaşamına son vermeye kalkışması mıydı neden...
Belki de öyleydi...
En yakın tanık olduğum Ferhat’tı...
Belki de aynı yola pek çoğumuzun ne kadar yakın olduğunu düşünmem...
Belki o düşüncenin tetiklediği bir duygu, bir korku, bir telaştı...
Bilmiyorum...

+++

Gauguin’in hakkında yazılmış o kitapta bir tablosu da yer alıyor...
Kitabın son formalarından birinin dikişine tutturulmuş...
Aslı yaklaşık 130 santime 375 santim...
Kitabı hazırlayanlar özen göstermiş, o muhteşemliği yansıtabilmek için içe doğru katlanmış, açınca neredeyse bir metreye yaklaşan sayfalara basılmışlar...
Büyük ustanın o başyapıtına koyduğu isim de bir o kadar çarpıcı:
“Nereden geliyoruz? Neyiz? Nereye gidiyoruz?”

+++

Gauguin’in sanatçı sezgisiyle olağanüstü bir sadelik ve netlikle özetlediği bu sorular, bilimin ve felsefenin yanıt aradığı insanlığın temel soruları...
Ünlü filozof Descartes bir zamanlar “Cogito ergo sum” demişti...
“Düşünüyorum o halde varım”...
Rönesans’tan günümüze bu düşünce yüzyıllara damgasını vurmuştu...
Son birkaç yıldır pabucu dama atıldı...
Zihin konusunda bilim adamlarının son görüş birliği:
“Emotio ergo sum...”
“Hissediyorum, o halde varım!”

+++

Son zamanlarda insan ve davranışları konusunda pek çok araştırma yapılıyor...
Genetikçiler, nörologlar, psikologlar...
Beynimiz, zihnimiz ve davranışlarımız üzerine epeyce eğildi...
Sosyologlar, antropologlar ve hatta ekonomistler de öyle...
‘Davranışsal iktisat’ diye ayrı bir dal çıktı, uluslararası dernek kurdular, İstanbul’da toplandılar da haberini yaptık geçenlerde...
Son 10 yıldır insan gelişiminin yapıtaşlarının anlaşılmasında önemli adımlar atılıyor...
Kimileri bir bilinç devriminin tam ortasında yaşadığımız kanısında...

+++

Söylediklerine göre, insan beyni her an 11 milyon parça bilgi alıp depolayabiliyor...
Ama bunların ancak 40 tanesinin bilinçli olarak farkına varabiliyor...
Anlaşılan, zihnimizin bilinçdışı kısımları...
Onun büyük çoğunluğunu meydana getiriyor...
Kararlarımızın çoğunu aldığımız...
Ve bir anlamda en etkili ‘düşünme’ edinimlerinin gerçekleştiği kısımlar...
Bilinçdışı olanlar...
Aslına bakarsanız, bilinçli zihnimiz, bilinçdışı zihnimizin kendi kendine ürettiği düşünceleri ve hikayeleri bir düzen içinde ifade etmemizi sağlamaktan başka bir şey yapmıyor...

+++

Kısacası, bilinçli zihnimiz kendine başrolü biçmeye çok hevesli...
Onun yüzünden, biz de olup biten her şeyi anladığımızı zannediyoruz...
Ama gerçek hiç de öyle değil...
Derinlerde neler olduğundan haberimiz yok...
Duyguların akıl üzerinde etkisi büyük...
Sadece duyguların mı?
Sosyal bağlantıların bireysel seçimler üzerinde...
Karakterin zeka üzerinde...

+++

Gerçekte kontrol etmediğimiz her türlü işi yapma konusunda çok hevesliyiz...
Kendi kendimizi yetkilendirip duruyoruz...
Kendimize kendinden menkul yetki verdiğimiz gibi...
Ancak yüzeyde görüp, anlayabildiklerimize önem veriyoruz...
Anlayamadıklarımızı umursamadan göz ardı ediyoruz...
Üstelik bununla da yetinmiyoruz...
Davranışlarımızın büyük bölümünü kontrol eden unsurlardan bihaber, buzdağının görünen kısmından hareketle koca koca dünya görüşleri yaratıp...
Bir de bunlara inanıyoruz...

+++

Son okuduğum kitap, tek benliğimiz olduğu düşüncesinin terk edildiğini, birden fazla benliğimizin olduğu düşüncesinin öne çıktığını anlatıyor...
Ne doğrudur, ne de değildir diyemem...
Doğrusu, benim insan için neyin değişmez ve neyin değişebilir olduğu hakkında da hiçbir derinlikli fikrim yok...
Yaşam yolculuğumuz boyunca bize neler kılavuzluk ediyor?
Bunların hepsi bilinçli mi?
Bize yön veren duygu ve eylemlerin ne kadarı farkındalık seviyemizin üstünde...
Ne kadarı altında?

+++

Dedim ya...
Bilmiyorum...
Anlamak en güzel bahtiyarlık...
Bir hazine...
Ama elde edilmesi zor bir hazine...
Yine de, giderek, bilim insanlarının söylediklerinin doğruluğunu sezer gibiyim:
Kararlarımızı vermemize etki eden girdaplar ortak girdaplar...
Aramızdaki ayrılıklar ve farklar o kadar da belirgin değil...
Hepimiz fizik kuralları içinde hareket eden kimyasal varlıklarız...
Onun ötesi flu...

+++

Kim olduğumuz ile ilgili çoğumuzun Gauguin’in tuvale aktardığından daha net bir resim çizmesi pek mümkün görünmüyor...
Benim de öyle...
Ama Ferhat’ın fotoğrafları arasında gezindiğimde, onun objektifinin buna daha yakın olduğunu hissediyorum...
Görsel uğraşlar, elinizdeki bu kitapta olduğu gibi sanatla birleştiğinde, duyguların, sözcüklere dökülmesi öyle kolay kolay mümkün olmayan bir uyanışı olarak geliyor bana...
Bir kavrayış...
İnsanlık durumunu anlamamızı sağlayan bir anahtar gibi...
Hani, damardan konuşmuştu ya Ferhat’ın hayranı olduğu bilge müzisyen:
“Zihnimizi sadece kendimiz özgür bırakabiliriz...”
Öyle mi gerçekten?
Keşke, yanımızda olsaydı da, sorabilseydim fikrini...

Hakan Güldağ

HÜSEYİN ALSANCAK

Ferhat Atalay Ferhat Atalay

HÜSEYİN ALSANCAK

Hayallerimizin bittiği yer; Ferhat Atalay.

Ferhat Efendi’nin bizi bu sefil hayatımızda bırakıp gitmesinin üzerinden seneler geçti. Şimdi oturmuş onu anmak için bir şeyler yazmaya başladığımda fark ediyorum ki ona olan kızgınlığım hala geçmemiş. Ölüp giden bir kadim dostun arkasından insan nasıl olur da bu kadar sene sonra bile hala kızgın olur diye düşünecek olanlara sebep bulmak o kadar kolay değil. Sadece şunu söyleyebilirim; işte ben bu adamı o kadar çok seviyordum.

Ferhat Atalay’ı ilk gördüğüm an Tempo dergisinin Cağaloğlu’nda, Hürriyet garajının üst katındaki ofisinde meşgul bir şekilde çantasını düzenliyordu. Yaklaşık olarak 10 metreye 20 metre büyüklüğündeki açık ofis alanına yerleştirilmiş masalardan oluşan dergi alanı, hala meslekte dirseklerini çürüten insanların yanında Ferhat Atalay’ında iş yeriydi. Benim için ise profesyonel gazetecilik hayatıma başladığım en önemli adımlardan biri bu dergi salonunda başladı. Nur Toprakoğlu’nun o zamanki haber müdürü Ruşen Çakır ile ayarladığı bir görüşmeden yeni çıkmış, Tempo dergisinin İstanbul Adliyesindeki müstakbel muhabiri olarak, üst kattaki dergi alanına yeni gelmiştim. Benim için yepyeni ve o kadar da korkutucu olan bu salonda en az korktuğum anlar, oradaki en genç gazeteciler olan Nur Toprakoğlu, Müge İplikçi, Cengiz Erdinç, Ersel Ergüz ve Ferhat Atalay’ın yanında olduğum zamanlardı.

Ferhat ilk geldiğim zamanlarda bana pek yüz vermedi, yanlış anlaşılmasın, aksilik de yapmadı ama pek yaklaşmadı da. Daha sonraki zamanlarda bir kaç arkadaşın dediğine göre ben geldikten sonra basında çalışan en genç gazeteci unvanını bana devretmek zorunda kaldığı için biraz bozulmuş. Bu muhtemelen bir yakıştırmaydı, çünkü ardından geçen zamanımızda Ferhat ile arkadaşlığımız ilerledikçe bunun böyle olmadığına ben de gördüm, onun tek sıkıntısı etrafındaki herkesten daha akıllı olduğu için onları sıkıcı bulmasıydı. Hepimizin hayatta birlikte vakit geçirmek zorunda olduğu insanlar vardır, birlikte çalıştığımız için Ferhat da benim için o insanlardan biriydi. Ama dehşet keskin zekası, zekasının önüne geçen mekanik yetenekleri onu birlikte vakit geçirmek için can atacağınız bir insan yapıyordu. Fotoğraf konusunda benden çok ileride olan bilgisi ve yeteneği ayrıca benim için onu mükemmel bir insan yapıyordu. Onu tanıdıkça hayranlığım arttı ve zamanla onun yanından ayrılmaz oldum. Birlikte yaşadığımız bir sürü anımız hala benim hayatımın en güzel günleri arasında. Keşke aramızda olsaydı da bu yazdıklarımı okuyup, o da bana bir şeyler söyleyebilseydi diye düşünmeden edemiyor insan.

Bir adam düşünün ki; Mekteb-i Sultani’nin lise ikinci sınıfında okulu ve evini terk edip Atatürk Barajı’nın inşaatını belgelemek için kurulmuş olan fotoğraf atölyesinde çalışmaya Urfa’ya gidiyor. Oradan dönüyor, o genç yaşına rağmen yaptığı işleri göstererek bir günlük gazetede foto muhabir olarak çalışmaya başlıyor ve biz de onun ikinci işi olan Tempo dergisinde bir araya geliyoruz. Bu adama hayran olmamak benim için o zamanki ruh halimle mümkün değildi tabii ki.

Yakın bir dostunu kaybetmek zor, aynı zamanda hayran olduğun ve örnek aldığın bir insanı kaybetmek ise çok daha zormuş. Seneler sonra bugün bile adını her andığında yüreğinin ortası sızlıyormuş ve ister istemez eğer hala hayatta olsaydı birlikte neler yapabileceğinizi düşünüyormuşsun. Bütün yaşadıklarımıza rağmen hayatımızın baharında böyle güzel bir insanla birlikte vakit geçirebilmiş olmanın verdiği mutluluk elimizdeki tek şey artık. Keşke hala beraber olabilseydik Ferhat Efendi.

Hüseyin Alsancak

MÜGE İPLİKÇİ

Ferhat Atalay Ferhat Atalay

MÜGE İPLİKÇİ

Heyecanlı adam!

Ferhat, ya da yıllarca ona seslendiğim biçimle Feroş’la ilk kez, 1988 yılında bir dergide karşılaştık. Tempo’da. Stajyer olarak başlayacağım günden bir gün önce yirmilik dişim şişmiş ve yüzüme, kaçmak istesem de kaçamayacağım, tuhaf, çocuksu ve sarsak bir ifade gelip yerleşmişti. Ferhat, o gün el sıkışır sıkışmaz, bana ‘dişin mi şişti senin?’ diye soran tek insandı. O ana kadar, o tuhaf yüzle, kendimi çok ama çok daha yabancı bir ortamda hissederken, bu soruyla bana uzanan insani köprüye hemen atlamış ve hafızam beni yanıltmıyorsa tost kokuları içersindeki kantine gidip karşılıklı çay içmiştik.

Sonraki anılarım biraz sisli. Ancak beni Yeni Camii’nin kubbelerinden birine kaçak olarak çıkartması, onunla ilgili en heyecanlı anılarımın başını çekiyor. Ne gündü ama! İstanbul’u bir daha o perspektiften seyretme şansım olmayacaktı. Orada fotoğraf çektik mi emin değilim; ancak manzaranın hülyalı hülyalı bize bakışı hâlâ aklımda!

Ferhat çok iyi bir fotoğrafçıydı ama onu tarif edebilecek özel bir sözcük arasam, bu olsa olsa ‘heyecan’ olurdu. Onunla yedi yılı yaşam dağarcığımıza kattık, çok çay içtik; diğer yirmilik dişlerim sorunlar yaratmaya devam ederken yaşamın heyecanlı yanlarını, Türkiye’nin ve dünyanın farklı coğrafyalarında soluduk. Sahra Çölü’nde direksiyon salladık, Cebelitarık’tan geçerken gece ışıklarını seyrettik, Granada Sarayı’nda sakız çiğnedik... 20’li yaşlarındaki iki insan olarak çok komik anlarımız oldu onunla. En keyifli sigaralarımı (sigarayı bırakalı epey zaman oldu) onunla içtim, uçurtma festivalinde uçurtma uçururken en çok onunla güldüm, İztuzu’nda bisiklete en çok onunla bindim ve dünyada torna denen bir aletin ne işe yaradığını onunla keşfettim!

Torna deyince, el becerisi inanılmaz biriydi Ferhat. Yıllar sonra bir tornacıya ‘o öyle olmaz’ diye öğütler verirken ve adamın şaşkın bakışları arasında ‘inanmayacaksınız ama torna konusunda gerçekten bir şeyler biliyorum’ derken bulacaktım kendimi. Sonra bir kahkaha atacaktım. Adamın şaşkın bakışları devam ederken, Ferhat’ın o ana tanık olmasını isteyecektim, bir şekilde. Zira, yaşarken torna en büyük tartışma konularımızdan biriydi!

Ben o sıra çiçeği burnunda bir yazar olarak yaşadığım evde bir torna bulunmasının mantığını arıyordum. O ise tornadaki buluşlarına devam ediyordu. Ve sonra yaşadığımız iklimi eğlenerek keşfetmeye devam ediyorduk. Yaşamın kendine özgü bir mantığı olduğunu anlayacak yaşta değildik (en azından ben) ama bu eğlenmemize engel değildi zaten!

Araya fotoğraflar, öyküler, bol misafir, bol Türkiye tartışması, evdeki çılgın kedi (kedilerin efendisi!) Topak ve kahkahalar girdi. Ve uzun müddet orada, Moda’daki bahçe katında kaldılar. Belki bu yüzden, Fulya, bu derleme kitap için benden bir yazı istediğinde, aklıma hüzünlü hiçbir şey gelmedi. Gelmesi de gerekiyor mu, emin değilim...Bunca yılın ardından sonra ona bu kadar erken gittiği için biraz sitem edebilirim gibi geliyor. Ancak Ferhat’ı tanımış biri olarak bu sitemin yersiz olduğunu da düşünüyorum. Ferhat hep kafasının dikine giden bir insandı ve sanırım yaşamın ne olduğunu ve ne olmadığını hepimizden önce keşfetmişti. Neyse ne... O, benim en coşkulu çocukluk arkadaşlarımdan biriydi. Son derece yetenekli, çocuk kalpli ve heyecanlı bir insandı. Böyle bir yazı yazdığımı görse benimle dalga geçerdi! Ama bir yandan sevinirdi de.

Onu hep güzellikleriyle hatırlıyorum.

Müge İplikçi